Sinema
yıllardır gerçekçiler ile formalistler
(biçimciler) arasındaki tartışmalarla uğraşır. Gerçekçi yönetmenler bize her
şeyi olabildiğince gerçek sunmak için sinemanın bütün öğelerini ortaya koyar. Formalistler
ise filmin sanatsal kompozisyon ve manipülasyon ilkelerine dayanan soyut bir
sanat formu olduğunu düşünür. Biz seyirciler tarafı ise, hem sinemanın gerçek
olmasını ister hem de kendimizi beyazperdenin içinde hissedecek kadar rüyalar,
fanteziler alemi olmasını bekleriz. Kendimizi bize en yakın gelen karakterin
yerine koyarak onun gibi olabilmeyi, onun dünyasını yaşayabilmeyi bekleriz.
1988 yılı
yapımı “Cocktail” filmini 90’larda henüz gençlik yıllarımın başında ilk defa
seyrettiğimde, (daha sonra 9 kez daha izledim.) Tom Cruise’un oynadığı “Brain
Flanagan” karakterinin ruhu beyazperdeyi yırtarak çıkmış ve benim ruhumun en
derin köşelerine girmişti. Film bittiğinde gelecekteki işimin Jamaika’da
barmenlik olduğundan artık emindim. Hayaller dünyasının her köşesine girmek
istediğim o yıllarda bana gerçekçilerin filmlerini sanıyorum kimse izletemezdi.
Ve yıllar
geçti, hayat bana filmlerde izlediğim o dünyadan çok farklı olduğunu öğrettikçe
sanırım gerçekçi yönetmenler daha bir anlam kazanmaya başladı.
Siz beyazperdede ne görmek istersiniz bilmem ama sanırım en güzeli, sinemanın her iki ucunu da sevmek. Gerçekler ve hayaller arasında..
“The Purple
Rose of Cairo (1985)” Woody Allen’ın “Filmlerim arasında en sevdiğim.”
dediği film. Ve kendisinin rol almadığı
sayılı filmlerden biri.
Gerçekler,
hayaller, aldanışlar.. her cümlesinde ayrı bir anlam taşıyan akıl ötesi
diyaloglarıyla kimi zaman dramatik kimi zaman o kendisine has mizah duygusuyla
öyle güzel anlatıyor ki Woody Allen derdini; hüznünü, sevincini, üzüntüsünü
sinemayla paylaşanlar bu filmi çok sevecekler.
Evli bir
kadının; bir sinema karakteri olan mısırlı gezgin ile olan hayali aşkı ve mısırlı gezgin karakterinin
gerçek kişisi ile olan gerçekçi aşkı; olağanüstü diyaloglar, kusursuz bir kurgu ve Mia Farrow ile
Jeff Daniels’ın mükemmel oyunculukları ile bize sunuluyor.
Filme farklı
bir yönden bakarsanız aslında Mia Farrow’un oynadığı Ceccilia karakterinin
Woody Allen’ın kendisi olduğunu hissedeceksiniz. Usta yönetmen, filmin en güçlü
tarafı olan ve her cümlesine ayrı dikkat etmemiz gereken diyaloglarıyla,
kulağımıza hayatı fısıldıyor. Gerçeklikle hayallere çelme takıyor, yere
düşürüyor.
Senaryosu ve
fantastik kurgusuyla Woody Allen’ın ne kadar zeki bir sinema dahisi olduğunun
kanıtı olan bu filmin, “Midnight in Paris (2011)” filminin başlangıç filmi
olduğunu da söyleyelim.
Benim en
sevdiğim Woody Allen filmi tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder