2 Aralık 2012 Pazar

The Purple Rose of Cairo (1985)











Sinema yıllardır gerçekçiler ile  formalistler (biçimciler) arasındaki tartışmalarla uğraşır. Gerçekçi yönetmenler bize her şeyi olabildiğince gerçek sunmak için sinemanın bütün öğelerini ortaya koyar. Formalistler ise filmin sanatsal kompozisyon ve manipülasyon ilkelerine dayanan soyut bir sanat formu olduğunu düşünür. Biz seyirciler tarafı ise, hem sinemanın gerçek olmasını ister hem de kendimizi beyazperdenin içinde hissedecek kadar rüyalar, fanteziler alemi olmasını bekleriz. Kendimizi bize en yakın gelen karakterin yerine koyarak onun gibi olabilmeyi, onun dünyasını yaşayabilmeyi bekleriz.

 

1988 yılı yapımı “Cocktail” filmini 90’larda henüz gençlik yıllarımın başında ilk defa seyrettiğimde, (daha sonra 9 kez daha izledim.) Tom Cruise’un oynadığı “Brain Flanagan” karakterinin ruhu beyazperdeyi yırtarak çıkmış ve benim ruhumun en derin köşelerine girmişti. Film bittiğinde gelecekteki işimin Jamaika’da barmenlik olduğundan artık emindim. Hayaller dünyasının her köşesine girmek istediğim o yıllarda bana gerçekçilerin filmlerini sanıyorum kimse izletemezdi.
Ve yıllar geçti, hayat bana filmlerde izlediğim o dünyadan çok farklı olduğunu öğrettikçe sanırım gerçekçi yönetmenler daha bir anlam kazanmaya başladı.

Siz beyazperdede ne görmek istersiniz bilmem ama sanırım en güzeli, sinemanın her iki ucunu da sevmek. Gerçekler ve hayaller arasında..





“The Purple Rose of Cairo (1985)” Woody Allen’ın “Filmlerim arasında en sevdiğim.” dediği  film. Ve kendisinin rol almadığı sayılı filmlerden biri.












Gerçekler, hayaller, aldanışlar.. her cümlesinde ayrı bir anlam taşıyan akıl ötesi diyaloglarıyla kimi zaman dramatik kimi zaman o kendisine has mizah duygusuyla öyle güzel anlatıyor ki Woody Allen derdini; hüznünü, sevincini, üzüntüsünü sinemayla paylaşanlar bu filmi çok sevecekler.

Evli bir kadının; bir sinema karakteri olan mısırlı gezgin ile olan  hayali aşkı ve mısırlı gezgin karakterinin gerçek kişisi ile olan gerçekçi aşkı; olağanüstü diyaloglar, kusursuz bir kurgu ve Mia Farrow ile Jeff Daniels’ın mükemmel oyunculukları ile bize sunuluyor.

Filme farklı bir yönden bakarsanız aslında Mia Farrow’un oynadığı Ceccilia karakterinin Woody Allen’ın kendisi olduğunu hissedeceksiniz. Usta yönetmen, filmin en güçlü tarafı olan ve her cümlesine ayrı dikkat etmemiz gereken diyaloglarıyla, kulağımıza hayatı fısıldıyor. Gerçeklikle hayallere çelme takıyor, yere düşürüyor.

Senaryosu ve fantastik kurgusuyla Woody Allen’ın ne kadar zeki bir sinema dahisi olduğunun kanıtı olan bu filmin, “Midnight in Paris (2011)” filminin başlangıç filmi olduğunu da söyleyelim.

Benim en sevdiğim Woody Allen filmi tavsiye ederim.